20 Mart 2011 Pazar

ne kahve ne çekirdek



ne kahve, ne çekirdek...

hastaneden ayrıldığımız iki yıl oldu. hala beşir'in yanık yüzü uykusuz gecelerimi daha da tatsızlaştıran bir hayal. yokluk nedir, umutsuzluk nedir bilmeyen kaprisli çocuklarıma anlatmaya çalışıyorum kimi zaman: “yaşamda neler var, siz bilmiyorsunuz...”
yanıtları boğaz'daki yalılardan, lüks arabalardan, dolarla çalışan alışveriş merkezlerinden dolanıyor:
“yaşamda neler var anne, sen de bilmiyorsun...”
susup kalıyorum.

bir an yorgun sinirlerimin bana oyun ettiğini, bunun gerçek olamayacağını düşündüm. gözlerimi sımsıkı kapadım, duvara yaslandım, o akülü arabanın sonraları aşina olacağım vızırtısı ile geçti gitti. gözlerimi açıp onun gittiği yöne bakmaktan kaçınarak koğuşa girdim. az sonra akşam denetimi için nöbetçi hemşireler gelirdi, hastamın yanında olsam iyi olurdu.

geldiğimizden beri bir korku tüneline girmiş gibiyiz. ilk günlerde göz göze gelmemeye çalışıyorum onlarla. sanki o güneydoğumuzda sürüp giden anlamsız savaşın sorumlusu benmişim gibi garip bir utanç duygusuna kapılıyorum.

uzak durmanın yolu yok; her yerdeler, çoklar...
ne kadar görmemeye çalışırsam onlar hep göz önünde; kullandıkları arabaların tuhaf vızırtıları ile gölgeliklerde, kantinlerde, hastamı götürdüğüm terapi salonlarındalar. dinlenme molası için elime bir çay alıp balkona çıktığımda alttaki bahçede sere serpe güneşlendiklerini görüyorum. protezlerini çıkarıp, altı olmayan dirseklerini, parmaksız ellerini, ayaksız bacaklarını, burunsuz yüzlerini, kulaksız kafalarını bırakıyorlar güneşe...

bir gün bütün gücümü toplayıp “günaydın” diyorum birine. yalnızca kafa sallıyor. sonradan duyuyorum ki; yeniden konuşabilmesi için bir dizi ameliyata daha ihtiyacı var. aylar sonra belki...
kimileri isyan uyandıracak kadar kötü durumda. “ey büyük allahım! canını almadın da yaşam mı bağışlamış oldun?” düşüncesindeyim onların karşısında. ama ille yanıklar...

zamanla kanıksıyorum herhalde.
görüntüler sıradanlaşmaya başlıyor.
bir tanesi var ki; işte onu görmeye hala dayanamıyorum. kepçesiz kulak deliklerine tıkıştırıyor kulaklıklarını; dizden aşağısı yok, el parmaklarının alt eklemleri yok, korku filmleri için yapılmış plastik makyajlara beş basan yanık teni ile akülü arabasının üzerinde bir arı telaşı içinde.
ben hastamı koridor boyunca tekerlekli sandalyesi ile bir kez götürürken o tam üç kez yanımızdan geçebiliyor. kantinde çok karşılaşıyorum. diğerleri üçerli beşerli gruplar halinde sohbet edip eğleniyor, müzik kanallarını dinleyip tempo tutuyorlar, tartışarak maç izliyorlar, o acınası bir yalnızlık içinde.
bazıları ile hiç olmazsa göz teması kurup selamlaşmaya başladık, bu asla göz göze gelmiyor.

ilk baharın ılık günleri geçiyor yavaşça, her yere gelen ilk yaz hastane bahçesini yoksun bırakmıyor kendinden. hastam beklenilenden çok daha iyi. terapi salonlarında seanslarımız biter bitmez bahçelere atıyoruz kendimizi. hastanenin uzak köşelerini, bahçelerini, kantinlerini keşfe çıkıyoruz. iştahı açılan hastam daha çok ve çeşitli yemek istiyor...
onu dışarılarda görmüyoruz.
hep iç koridorlarda akülü arabası ile hız denemelerinde. bir kaçma dürtüsü mü bu?
artık yüzünün bende yarattığı korku duygusu merhametle karışık bir sevgiye dönüşüyor.
neyse ki bu hastanede onların hak ettikleri biçimde bakılıp bütün görevlilerin onlara ayrıcalıklı davrandıklarını biliyorum.

sürpriz bir bölüm değişikliği yaşıyoruz. artık durumu daha iyi hastaların kaldığı bölüme geçeceğiz.
gideceğimiz koğuşta yabancı yok. hepimiz birbirimizi terapi salonlarından tanıyoruz. karşımızdaki yatakta azerbaycan ordusundan bir astsubay hanım var. diğer iki hasta da ege köylerinden. aralarında garip bir çekişme var. arkadan konuşmaya bayılıyorlar. devletin hastanesi paylaşılamıyor; doktorun, hemşirenin ilgisi kıskanılıyor, oldu olmadı şikayet de ediyorlar birbirlerini...

bir terapi seansı sonrasında hastamın yanındaki koltukta ayaklarımı altıma toplayıp gözlerimi kapadığımda içim geçmiş. karşıdaki hastanın kulağıma her zaman müzik gibi gelen azeri lehçesi ile konuşmalarını duyuyorum uzaktan uzağa, neşeli, gevrek sesleriyle bir şeyler konuşuyorlar, gülüşüyorlar, araya boğuk bir erkek sesi de karışıyor.
gözümü açıyorum, bu o. hastayla ve refakatçisiyle derin bir konuşmaya dalmış. demek konuşuyor, gülebiliyor.

uyandığımı gören leyla: “narahat* oldunuz” diyor utançla.
sonra onu işaret ediyor: "beşir azerbaycan'dan. memleketten konuşuyorduk, sık sık ziyarete gelir bizi."
usulca beşir'e dönüyorum: “hoşgeldin, rahatına bak” diyorum. bir jilet kesiğini andıran ağzına gülümsemeye benzer bir kımıltı yerleşiyor. ilk kez göz göze geliyoruz. var gücümle içimi kaplayan ürküntü duygusunu yenmeğe çalışıyorum.
uyanan hastamı önce tuvalete, ardından terapi salonuna götürmem gerekiyor. hazırlanıp çıkıyoruz odadan. leyla halden anlar biri olduğumu, çekinmesine gerek olmadığını, her zaman gelebileceğini söylüyor usul usul. biz daha koridoru yarılamadan beşir “vızt” diye geçiyor yanımızdan.

akşam yemekten sonra hastamı uyutup bir çay demliyorum.
leyla beşir'i anlatıyor, dinliyorum.
son ermeni-azeri çatışmasında içinde bulunduğu tank patlamış. on dokuz yaşındaymış o zaman. tankın içinde üç arkadaşmışlar. iki arkadaşı ölmüş, bu kurtulmuş. nasıl kurtulmaksa? aslında kurtulan ölenler bence. bir yılı aşkın bir süredir buradaymış, geldiğinde derisindeki deformasyon nedeniyle gözleri de kapalıymış, burada açılmış. iki üç ayda bir estetik ameliyat oluyormuş. daha çok ameliyatı varmış. protezlerle yürüyebilecekmiş.

bundan böyle “yaşıyorum” diyebilecek mi beşir; sevebilecek mi, sevgisine karşılık alacak mı, çocukları olacak mı, babalarını kabullenebilecekler mi, iş bulabilecek mi, çalışabilecek mi?
kahve değirmenine atılmış kavruk bir çekirdek gibi. değirmenin kolu bir kez çevrilip bırakılmış. artık ne kahve, ne çekirdek...

* rahatsız (azeri lehçesi)

3 Ocak 2011 Pazartesi

özlem




özlem
başını kaldırıp gökyüzüne baktı. sevecen, ılık bir güz güneşi, çıplak dallardan kolayca sıyrılıp toprağa ulaşıyordu. çevresinde kümelenen yağmur yüklü bulutlar ara ara karanlık gölgeler bırakıyordu ormana. sıcak esintili rüzgara bakılırsa yağmur yakındı. yolun kenarında kavurucu yaz günlerinde kurumaya yüz tutmuş olan dere, yağmurun yakın olduğunu bilmenin güveniyle sessiz akıyordu. ayaklarının altında çıtırdayan kuru dallar, bir saz semaisi sunar gibiydi kulaklarına.
yıllardır yürüyordu. yürümek sığınağıydı onun.
öfkelense yürürdü, mutlu olsa yürürdü, gerildiğinde, üzüldüğünde, umutsuzluğa düştüğünde hep yürürdü. bu kez evin kalabalığından, çocukların gürültüsünden kaçmıştı. kimselerle konuşmadan, sessizce yürüyerek sevgilisinin gidişiyle onu terk etmiş olan esin perilerini toplamaya çalışıyordu. yoksa sanatçı olarak tükenmiş miydi?
eleştiri yazılarında içten içe dalga geçtiği yaşlı sanatçılara benzemişti işte. ne zamandır yeni bir şey üretemiyor, eski yapıtlarının çeşitlemeleri ile idare ediyordu. en güvendiği eleştirmen, “yeni ve farklı yapıtlar bekliyoruz.” cümlesiyle bitirmişti son yazısını.
mendilini çıkardı, alnında biriken terleri sildi. kuru otların üzerine oturdu. bir sigara yaktı ve özlemle ayrıldığı sevgilisini düşündü. içi sızladı. uzun süreli bir ilişkisi olmuştu modeliyle. iki yıl öncesine kadar ilişkileri sürmüştü. sonra evlilik tutturmuştu model, “kendi çocuklarımı doğurmak isterim.” demişti anlamsızca. kapıyı çarpıp çıkmış, bir daha görünmemişti.
onun bedeni üzerinden birkaç sergi çıkarmıştı. model olarak zaten tükettiğini düşünüyor, sevgili olarak özlüyordu. bunca yıldan sonra ve çocukların en problemli dönemlerinde karısını boşayamazdı. cüzdanının gizli gözünden çıkardığı fotoğrafa özlemle; tapınırcasına baktı, içini çekti. ve buldu!..
modelin hep gövdesini çalışmıştı. gövde, gövdeden ayrıntılar… hiç bir resminde yüzü görünmüyordu. bundan böyle modelin portrelerini çalışacaktı. bu fotoğraf yeterdi. uzun uzun, evire çevire baktı. evet evet, bu kaynaktan onlarca portre çıkarabilirdi o. yalnızca gözlerden bir sergi çıkarmak bile olasıydı. tek tek kirpikleri, sağ gözünün altındaki beni, her şeyi ama herşeyi anımsıyordu bu yüze ve gözlere dair.
bir keyif sigarasının sırasıydı. sigarasını yakarken ilk damlaların eline düştüğünü ayrımsadı. her zamanki gibi yürüyüş işe yaramış, esin perileri onu ormanın bu kuytu köşesinde bulmuştu. ne yapacağını biliyor olmanın sevinciyle kalktı, geriye doğru yürümeye başladı.
arabasına binerken ve radyodan en sevdiği kanalı ararken hala keyifliydi. kente giden otobanda silecekleri yağmurun hızına yetişemiyor, polis telsizleri cızırtılarla ard arda kaza haberleri veriyor, cüzdanının arasına gelişi güzel bıraktığı fotoğraf, cebine koyarken düştüğü yerde, kuru otlar ve kurumuş toprak gibi yağmurdan nasibini alıyor, hızla ıslanıyor, oluşan derecikte denize doğru yol alıyordu.